Işık Apartmanı

Konuk yazarım Can Öktemer… Bu yazıyı ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nün efsane hocalarından Hasan Ünal Nalbantoğlu anısına yazdı. Apartmandan çok bir güzel insanın portresi olduğundan ‘pek’ kısaltamadım. Pierre Nora alıntısı da pek güzel. Buyrunuz…

“Ayrancı Semti, Ankara’nın en eski yerleşim yerlerinden biridir. Ayrancı herkesin herkesle bir yerden tanışık olduğu, şehrin merkezine yürüme mesafesi yakınlığında, çoğunlukla memur, akademisyen, öğrenci ve kedilerin yaşadığı, sessiz ve alabildiğince yeşil bir topoğrafyaya sahiptir. Ayrancı kendi has mimari yapısıyla da dikkat çeker. Ankara civarındaki kıymetli sivil mimari örneklerine sıklıkla bu semt civarında sıklıkla rastlanır. 

ŞİMDİKİ ZAMANDAN KAÇMIŞ BİR APARTMAN

Ayrancı Gülden Sokak’ta, yolun iki tarafında büyük ağaçlıkların olduğu, etrafında genellikle dört katlı apartmanların yer aldığı, sonbaharda sarı yapraklarla kaplı, kar yağdığında sokağın büyülü bir beyazlığa büründüğü, bahar zamanları ise kırkikindi yağmuru sonrası ferahlığında, kavak ağaçlarından süzülen, tüylü pamukların arasında bir ev vardır: Işık Apartmanı’dır. 

Dış cephesi bordo renkli, dört katlı, teraslı, girişinde bahçesi olan bu apartman sade mimarisiyle göze çarpmaktadır. Binanın günümüzün otopark, asansör gibi konut ihtiyacı temelli mimari yaklaşımın aksine çevreye uyumlu organik yapısının olduğu söylenebilir. Bu doğrultuda apartman, zamanı bir yerde sabitlemiş, şimdiki zamandan kaçmış, kendi sükûnetini sağlayabilmiş gibidir. Apartmanı bugün için özel kılan ise bir dönem teras katında yaşayan Türkiye’nin en önemli akademisyenlerinden ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nün efsane hocalarından Hasan Ünal Nalbantoğlu’dur. 

TERAS KATINDAKİ O ÇALIŞMALAR

19 Ocak 2011’de kaybettiğimiz Ünal Hoca, uzun boyu, heybetli bir dış görünüşü, küpesi, yuvarlak çerçeveli gözlüğü, avcı şapkası, üzerinde askeri kamuflaj elbiseleriyle bir dönem bu sokakta yürümüş, Işık Apartmanı’nın teras katında çalışmalarını sürdürmüştür. 

1947’DE Ankara’da doğan Nalbantoğlu, tahsil hayatını Ankara’da tamamlar. Çocukluğundan itibaren okumaya tutkuyla bağlIdır. Ailesinin kısıtlı ekonomik şartlarına rağmen, büyük dayısı Hüseyin Avni Nalbantoğlu, bu tutkusunun en büyük destekçisidir. İlkokulda Jules Vernes, Gazi Lisesi’nde ise Kafka ve Sartre girer hayatına. Yakın dostu Sezgin Tüzün’ün aktardığına göre Ünal Nalbantoğlu ilk gençliğinden itibaren farklı konulara ilgi duymuş, etrafında da farklı sınıftan ve kültürden insanlarla kolaylıkla iletişime geçebilen biri olarak tanınıyormuş. Onun bu özellikleri ve merakını bir yerde sabitlememesi ilerleyen yıllarda akademik çalışmalarına da yansımıştır zaten. 

ODTÜ Sosyoloji Bölümü’nü kazandığında ise hareketli bir entelektüel dünyanın içerisinde bulur kendisini. Malum, 1960’lar dünyanın en hareketli ve kökleri bugüne kadar gelen entelektüel tartışmanın başlangıç noktasıdır. ODTÜ’de tanıştığı Sezgin Tüzün ve Bahattin Akşit’le zaman içerisinde sıkı dost olur. Sosyalist Fikir Kulübü’ne girerler. Burada entelektüel dünyasını derinleştirir. Ünal Nalbantoğlu, o yıllarda İngiliz tipi kaşmir ceketi, elinden hiç düşürmediği şemsiyesiyle her daim şık, zarif ve soylu bir görünüme sahiptir. 

SOKAĞA DA YAKIN

Yine Sezgin Tüzün’ün aktardığına göre, Nalbantoğlu bir taraftan toplumun her kesimiyle iletişim halinde olan “sokağa” yakın diğer taraftan da dış görünüşüyle İngiliz asilzadesi imajına sahiptir. Tüzün, Nalbantoğlu’nun şemsiyesinin sadece şıklık alameti değil, bahar zamanı yerli yersiz yağan kırkikindi yağmurlarına karşı da bir savunma mekanizması olduğunu aktarır. 

Nalbantoğlu, ODTÜ’deki öğrencilik döneminde de iştahla okumayı sürdürür. Sosyolojinin neden ve sonuca dayalı yaklaşımından ziyade, teorik tartışmalar ve okumalar onu daha cezbetmektedir. Sahada olmak yerine masasında kitaplarıyla tefekkür halinde olmayı tercih eder. Dünyada dönen sıcak tartışmaları takip eder. Can Yayınları’nın kurucusu olan Erdal Öz’ün Kızılay Büyük Sinema’daki dükkânı Sergi Kitapevi’nden Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’ni satın alır mesela. Üniversiteden mezun olduktan sonra Hacettepe Üniversitesi Sosyal Çalışma Bölümü’ne asistan olarak girer. 12 Mart’ı yaşar. Darbe döneminde akademisyenlerin üniversiteden ihracına tanıklık eder.  12 Eylül zamanı ise 1402’ler olarak da anılan üniversitelerdeki sol görüşlü akademisyen tasfiyesini, bu sefer kendisi yaşamak durumunda kalır. Bahattin Akşit’in aktardığına göre ihraç mektubu, kızının doğumun ertesinde bölümde yapılan bir kutlama esnasında kendisine verilir. 

ULUS BAKER İLE DERİN DOSTLUK

Nalbantoğlu, eşi ve çocuklarıyla birlikte ABD’ye gider. 1990’lı yılların başında tekrar Türkiye döner ve ODTÜ Sosyoloji bölümünde çalışmaya başlar. Ulus Baker’le tanışır. Ulus Baker’le hoca, öğrenci ilişkisinin ötesinde bir bağı vardır. Nalbantoğlu, Ulus Baker’in doktora tezine danışman olur. Birlikte “Kanaatlerden İmajlara Duygular Sosyolojisi” isimli tezi yazarlar.  Dostlukları çok derindir. Ulus Baker’in erken kaybının ardından Nalbantoğlu yaptığı konuşmada “Yaşamın öte yüzü olan ölümün kavranamaz oluşu, yaşamın en yüce tutkusu” cümlesini kurar.

‘SEÇKİN YALNIZLIK’

Ünal Nalbantoğlu, tüm akademik hayatı boyunca, kendisini hiçbir konuda sabitlemeden hep farklı konulara ilgi duymuş bir entelektüel. Nalbantoğlu’nun, entelektüel “yersiz yurtsuzluğu”, farklı patikalardan yeni bir yol inşa etmeye çalışması, gerçek bilginin ya da hakikatin “hayret etmekten, merak etmekten” geçtiği onun akademik yaklaşımın ana özetidir bir anlamda. Ünal Nalbantoğlu’yla yolları ODTÜ’de kesişen Ersan Ocak da “Gerçek bilgi hayrettir” der bir oturumda. Merak ve hayret yoksa orada hakikat da pek yoktur zaten.

Merakı cezbeden şeyler, bir takım tesadüfi karşılaşmalarının önünü açabiliyor bazen. Tıpkı Ünal Nalbantoğlu’yla hiç tanışmadığım halde, yıllar sonra benim Ersan Ocak’ın öğrencisi olmam ve kendisiyle ‘Yenişehir’de Bir Öğle Vaktinde” Ünal Hoca hakkında konuşmamız gibi. (…)

Ünal Nalbantoğlu, ömrü boyunca mimari, göç, sanat, teknoloji, kültür gibi bir dolu farklı alanda çalışmalar vermiş biri. Günümüz dünyasında sıklıkla kutsallaştırılan “uzmanlık” müessesinin “tartışmaya kapalı” kibrinin aksine merak duygusunu ve kendi deyimiyle “amatör” duygusunu asla kaybetmemiş. Antik Yunan’dan bildiğimiz “Daimon”u yani öğretmeye-öğrenmeye dair o mistik gücü heybesinde taşımış, onu doğru şekilde işletebilmiş de bir entelektüel. Bununla beraber Ünal Hoca, insanı vasatlaştıran güncel siyasi tartışmalarını her daim bir adım geriden izleyen, zamanın uğultusuna ve iş yetiştirme telaşına kapılmadan, derinlemesine okumalar yaparak, kendisine dert edindikleri üzerine çalışmayı tercih etmiş. Zaman hızla buruşturup kenara atılacak bir kâğıt parçası değil, düzgün bir şekilde doldurulması gereken bir şey her şeyden önce…

Ünal Nalbantoğlu kendisini “seçkin yalnız” olarak tarif ediyordu. “Seçkin yalnızlık” düşünmek, okumak ve yazabilmek için tercih edilen gönüllü yalnızlık hali olarak da tarif edilebilir. Ama bu yalnızlık, insanı tüm sosyal bağlardan koparan bir izolasyonuna değil tam tersi olarak, insanlarla kurulacak bağların yeniden tesisini imlemektedir. Nalbantoğlu’nun deyimiyle, insan tek başına düşünür, okur ve yazar. Sonra bu bilişsel süreçte biriktirdiklerini başkalarıyla paylaşır. Yalnızlık, çoğul hale gelir. Bu noktada Ankara’nın sağladığı en büyük imkânlardan birisi de budur. Adalet Ağaoğlu’nun vaktinde söylediği şu sözü hatırlayalım: ‘Özlemişim. Ankara yaz aylarında her zamanki gibi. Bomboş. Issız, sessiz. İyi bir çalışma odası.’ 

PEKİ YA DOSTLUK

Kentin yavaşlığı, dışarıdaki hayatın dikkat dağıtıcı olmaması ve evde kalmanın cazibesinin asla yitmemesi de Ünal Hoca’ya iyi bir çalışma imkânı sürmüş olabilir. İstanbul arzusunu görünür yaşar, Ankara’da bu durum çok nadir ortaya çıkar mesela. Dolayısıyla dışarıda olmanın o kadar cazip yanı yoktur. Ankara’da ev biraz da dış hayata karşı bir kale görevi görür ama bir taraftan da dostların varlığıyla birlikte sokağa açılır… Evde oturmak, zorunluluk olduğu kadar yaratıcılığa da imkân sağlar. Dolayısıyla Ankara’da insanlar genellikle dışarıda buluşmazlar, evlerde toplanırlar. Bir şişe Kavaklıdere Şarabı’na koca bir dünya sığdırılabilir mesela…  Kışın sokakları arşınladıktan sonra eve gelip, camı, perdeyi kapatıp, dünyanın uğultusunu dışarıda bırakıp, kaldığın yerden “seçkin yalnızlığına” devam edebilirsiniz. Gülten Sokak’taki ev de Ünal Hoca’ya bu imkânı sağlamış olabilir. Ahşap bir masa, gece lambasının aydınlattığı kitap sayfaları, defter notları… 

Kitaplar bu anlamda yakın birer dosttur ama nasıl bir dost, Nalbantoğlu şöyle tarif ediyor: “Peki, dost kim o zaman? Dost kitaplarda. Ama önce insanın dünyayla bir derdinin olması gerek, salt kitaplarda dostluk kurmaya kalkıştığında bile… Hâlbuki ben, hiç kimse olmasın, ne kadar bunalırsam bunalayım, gidip bir kitap açabiliyorum. Oradaki bir şeye doğru yöneliyorum. İçimdeki acıyı, gerginliği, yalnızlık duygusunu kanalize edebiliyorum… Ama mutlaka bunu biriyle paylaşmam lazım galiba…” 

IŞIK APARTMANI HAYALİ

Nalbantoğlu’nun Işık Apartmanı’ndaki hikâyesini biraz mitik biraz da oyunbaz bir hayalle şöyle canlandırabiliriz belki: Gülten Sokak’taki evinin terasında, gökyüzünün üzerine boya kutuları dökülmüş gibi maviden kırmızıya dönen gün batımlarında, kiremitlerin ucunda paytak bir şekilde dolaşan saksağanların arasında, aniden esen bir bahar rüzgârında, akşamları apartmanların birbirleriyle yarışır halde ışıklarının tek tek yandığı anda, Ünal Nalbantoğlu hep yanında taşıdığı, kısa notlar aldığı defteri önünde açık çalışmış, notlar almış ve kitap okumuş sanki… Arada Meneviş Sokak’tan ardında Bandista melodisiyle birlikte gelen öğrencisi Ulus Baker’le uzun saatler hasbihal etmiş olabilir. Sonra da yeniden odasına çekilip, kendi “Heimat[1]”ına dönmüştür belki de… 

Modernliğin bir uzantısı olarak tarihi her daim büyük anlatılar kümesi olarak görüyoruz. Bu tarih anlatısında hep tekil kahramanlar ve hikâyeler var. Kentlerin içinde bir dolu kayıp zamanın izleri var. Hâlbuki geçmiş anlatısını parçalı bir hale getirebilirsek hem geçmişimize hem de bize temas eden birçok insanın hikâyesini bulabileceğiz. 

SÜREKLİ HAFIZADAN BAHSETMENİN NEDENİ

Şimdilerde Işık Apartmanı’nın yıkılacaklar listesine girdiği haberleri geliyor. Görünen o ki yakın zamanda buradaki tüm hatıralar da toza dumana karışacak. Biz, unutmaya teşne modernler, burada yaşanan tarihi unutup gideceğiz. Molozlardan yen bir bina yükselecek yeni hatıralar birikecek. Peki, buradaki tarihi kim hatırlayacak? Pierre Nora, ufuk açıcı çalışması Hafıza Mekanları’nda “Sürekli olarak hafızadan bahsetmenin bir tek nedeni olabilir: Artık hafıza yok” der. Hatırlamak ve unutmak arasında melankolik bir hissiyatla dolaşıyoruz. Tüm bu anlatılmamış kent tarihini bilmek, öğrenmek için de tıpkı Nalbantoğlu gibi merakla ve hayretle etrafımıza bakmalıyız; kentin içinde gezinirken, bu bilinçle adımlarımı atmalıyız belki de. Ancak o zaman yaşadığımız yerle sağlam bir bağ kurabiliriz gibime geliyor.”

Kaynakça:

Hasan Ünal Nalbantoğlu’na Armağan, Derleyenler: Adile Arslan Avar, Devrim Sezer, İletişim Yayınları, 2008

Yan Yollar, Düşünce, Bilgi, Sanat, Hasan Ünal Nalbantoğlu, 2014

[1] Almanca, Anavatan, Yurt, Ev anlamına gelen kelime

BU YAZIYI PAYLAŞIN:

WhatsApp
Email
Twitter
LinkedIn
Telegram
Facebook

YORUMLAR

2 Yorumlar
  • Hülya Akartepe
    Tarih: 09:29h, 30 Kasım Cevapla

    Tanıdık sokak ve etrafı birden anılara ışınlandırır seni bir özlem ince ince sızlatır yüreğini,yazın gençliğimin kasabasına gittim ne bir sızıntı ne bir tanışıklık hafızamda kayıtlı olan yer yok olmuş

  • Olçum kavruk
    Tarih: 20:04h, 09 Aralık Cevapla

    Bir Ankara sevdalısı olarak bayıldım… 54 yıldır Çankayalıyım… o molozlara anılarımı çok üfledim. Ama gitmiyorlar. Sizler sayesinde de paylaşılıyorlar.

Bir yorum yazın

DİĞERLERİ

Asmalımescit

Bilgir Han

Yıllar yılı fotoğrafladığım binalardan biri; İstanbul Asmalımescit Sofyalı Sokak’ta (eskiden Refik olan meyhanenin karşısı) Bilgir Han. Dışının yeniden renklendirilişi pek benlik olmasa da art nouveau yapısıyla her daim dikkat çekici. Kapısını açık yakalarsanız da, -bakımsızlığına rağmen- girişteki desenler gerçekten merak uyandırıcı. E insan soruyor; “Bir

Devamı »
Çiftehavuzlar

Tomsu Evi (Leman Apartmanı)

“Bir zamanlar, İstanbul’un Çiftehavuzlar semtinde, o zamanlar adı gibi yemyeşil olan bir Kadıköy sokağı, Yeşil Bahar Sokak’ta Türkiye’nin ilk iki kadın mimarından biri olan Leman Cevat Tomsu’nun “hayatının projesi” gibi gördüğü evi vardı. Her köşesinde mimarın ince zevkini yansıtan ev, Tomsu’nun 1988’deki vefatının ardından 1990’da yıkıldı,

Devamı »
Tomtom

Başarı Apartmanı

Bugün hem Bronz Sokak hem Başarı Apartmanı bahsini açıyorum. Ben bir şeyler buldum; Erdal Öz’den İsmail Cem’e kimler kimler bu apartmanda oturmuş… Bence imece bilgi paylaşımı ile daha kimler/neler çıkar? Hep radarımda olan apartmanlardan ama bugünkü şahane katkı Ebru Latifoğlu’dan… Bayılıyorum böyle katkılara. Böyle ipucuyla gerisi iplik

Devamı »
Kumburgaz

Rauf Alanyalı Yalısı

Alanyalı’nın Kumburgaz’daki, denize sıfır evinde pek çok ünlü Yeşilçam filmi çekilmiş. ŞARK BÜLBÜLÜ, AİLE ŞEREFİ Okuduğum haberlerden bir derleme ile anlatayım: “ŞarkBülbülü, Aile Şerefi gibi Yeşilçam filmlerine ev sahipliği yapan yalı, Büyükçekmece 2. Sulh Hukuk Satış Memurluğu tarafından 19 milyon 322 bin 50 TL’ye satışa çıkarıldı. Açık artırma ile

Devamı »
Ayvacık

Mehmet Ağa Konağı

Yaklaşık 20 yıldır hayatını yazarak kazanan, bir de kitabı olan biri Emre Dalkılıç. Adatepe’de (malum Çanakkale ilinin Ayvacık ilçesine bağlı bir köy), reklamcı Erhan Şengel ile eşi, belgesel yapımcısı Adatepe-Taş Mektep Derneği Başkanı Nilüfer Şengel’i ziyareti sayesinde Mehmet Ağa Konağı ile tanışıyor. İncelikle herumutortakarar.com için

Devamı »
Beşiktaş

Hekim İsmail Paşa Konağı

Vedat Tek Evi’ne gelmeden bakacağımız ikinci bina Hekim İsmail Paşa Konağı. Mimar Vedat Tek’in annesi malum, besteci, şair ve yazar Leyla Saz (Kendisine hayran olduğum için metnin sonuna onunla ilgili birkaç yayın ve yazının linkini ekleyeceğim). Üzerine film yapılası bu şahsın babası hekim İsmail Paşa’nın

Devamı »
Büyükada'nın Yaşlanmayan Modernleri
Hasan Çalışlar Arşivi

Çok sevdiğim mimar Hasan Çalışlar’ın, Instagram’da oluşturduğu ve “Büyükada’nın Yaşlanmayan Modernleri” adını verdiği arşivine, bundan sonra sitenin bu bölümünden ulaşabileceksiniz.